Değerli Arkadaşlar,
ıçinde birbiriyle bağlantılı neden sonuç ilişkisi olan birden fazla taraf ve sorun barındıran bu türden örgütsüz mücadeleler; şayet, üzerinde mutabakat sağlanmış belli hedefler ve temel konsensüs noktaları belirlemeden yapılırsa; kamuoyu aydınlatmanın ve kamuoyu oluşturmanın dışında pek bir işe yaramaz.
Karşımızda; tek bir taraf, tek bir sorun ve tek bir neden yok! Boyutları ve dinamikleri çok farklı birden fazla sorun, taraf ve dinamik bulunmaktadır.
- Tartıştığımız meselelerin küresel ekonomiye eklemlenmiş uluslararası bir boyutu vardır: Hizmet verdiğimiz finans kuruluşlarının pek çoğu çokuluslu sermaye denetimindeki finans kuruluşlarıdır. Haklı taleplerimizi bu kuruluşlara kabul ettirmek zordur ama imkansız değildir.
Bu bağlamda; lisanslı değerleme şirketlerine, bankaların “ ihale açma ve şartname belirleme” yetkileri ellerinden alınmadan “ değerleme imtiyazı” verilmesi, lisanslı şirketler adına bir kazanım değil düpedüz kirli bir tezgah olarak okunmalıdır. Bu kirli tezgahı kırmak için, değerleme şirketi ortağı meslektaşlarımızla dayanışma içinde olmalıyız.
Oysa, 2011 yılında değerleme şirketleri, hep birlikte bu kirli tezgaha karşı çıkmaları gerekirken, balıklama üstüne atlamışlardır. Bu stratejik hatanın bedeli olarak; Türkiye’de teminat karşılığı verilen yüz milyarlarca tutarındaki kredinin hukuki ve mali riski 50-60 tane gariban değerleme şirketinin ve onların sorumlu değerleme uzmanlarının sırtına bindirilmiştir. Bu tablo, çok açık ve kirli bir tezgahtır!
Ben, bu manzarayı; Özal döneminde zirveye ulaşan hayali ihracat furyasında mantar gibi çoğalan imtiyazlı dış ticaret şirketlerine benzetiyorum. Sözde, bu şirketler de HDTM ( Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı) tarafından denetleniyordu….Ama, büyük işadamlarının ve şirketlerinin ne kadar kanun dışı, hukuksuz ve ahlaksız işleri varsa, o şaibeli işlerde, bu şirketler paravan olarak kullanılıyor, o koca koca şirketler, sebep oldukları onca kirli ilişkilere ve işlere rağmen; kanun karşısında sütten çıkmış ak kaşık gibi masum görünüyorlardı.
Sonradan ortaya çıktı ki; bu paravan şirketlerden pek çoğu, bünyelerinde çalışan çaycı, odacı, şoför, müstahdem gibi zavallıların üzerine kurdurulmuş, hazineden ödenen trilyonlarca lira teşvik ödemesi ise buhar olmuştu.
Bugün de, ne SPK’nın ne de BDDK’nın elinde; hangi şirketlerin kiralık lisanslarla kurulmuş olduğu veya bu şirketlerin gerçek sahiplerinin kimler olduğu bilgisi bulunmamaktadır. Çıkacak ilk ekonomik krizde; tıpkı ABD’de ve Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, teminatlarda bir sorun çıktığında, kabak ne bankaların ne de kamu kurumlarının başında patlayacaktır. Herkes dönüp, bu kredilere rapor düzenleyen değerleme şirketlerine bakacaktır.
- Bir diğer husus; teminata yönelik taşınmaz değerlemesi adına alınacak her karar, doğrudan ulusal boyutta, makro ekonomik dengelere yönelik sorunlar doğurabilir. Bu nedenle, meselenin siyasi bir boyutu ile de karşı karşıya bulunmaktayız. Değerleme uzmanının kalitesi, özlük hakları, görev tanımı ve yetkileri siyasi iradenin görev alanı içine girer. Siyasetin finansmanının kara parayla sağlandığı bir ülkede; güç odakları ve sermaye, siyasi kararların alınmasına etkili olur. Makro ekonomik dengeler açısından dört başı mamur bir değerleme sektörü; bu güç odakları ve sermaye tarafından "baş ağrıtan bir ayak bağı" olarak görülebilir. Açıklık ve şeffaflık, ciddi bir sorun olarak nitelenebilir. Bu yüzden de sürekli “MIş GıBı” yapılarak düzenlemelerin sulandırılması birilerinin işine gelmektedir.
- Meselenin bir başka boyutu ve tarafı ise kamu idaresidir. Bu alanda doğrudan müdahil olan ve düzenlemeler yapan iki büyük kamu kurumu vardır. Biri SPK diğeri ise BDDK dır. Bu alana dolaylı olarak dahli bulunan bir üçüncü kurum ise TKGM'dür. Bu üç kamu kurumu da siyasi iradenin emrindedir. Pozisyonlarını, siyasi iradenin tercihlerine göre alırlar. Düzenlemelerini ve denetimlerini ise konjonktüre ve siyasi rüzgarlara göre yaparlar. Rüzgar sert eserse denetimler ve cezalar artar. Siyasi irade zımmen "göz yumun" derse onlar da usulsüzlüklere ve düzenbazlıklara " göz yumarlar."
Kamu yöneticileri; muhtemel risklere karşı kendilerini mevzuatla güvence altına alırlar. Bu yüzden, esasında “basit bir iş olan” değerleme sektöründe, uyulması gereken yüzlerce sayfa mevzuatın asıl amacı; vatandaşa hizmetten çok, kamu yönetiminin bir savunma mekanizmasıdır. Sorun çıktığı zaman; “biz tedbirimizi aldık, kuralları koyduk, elimizde kapı gibi taahhütnameler var. Ama bu şirket sahipleri şeytana uyup kuralları ihlal etmiş” diyeceklerdir. Eğer, zihniyet bu olmasa idi; bu işi yapacak olan 2,000 -2,500 tane cevval vatan evladı seçilir, sınavlara tabi tutulur, gerekirse yoğun meslek içi kurslara alınır, tek tip şartname, tek tip rapor formatı ile bu işler tıkır tıkır yürütülürdü…
-Bizim açımızdan sorunun bir diğer tarafı da; kendilerine imtiyaz verilmiş lisanslı değerleme şirketleridir. Bu şirketlerin pek çoğu, hiç bir ön pazar araştırması ve hesap kitap yapmadan "BAşKALARININ SIRTINDAN KOLAY PARA KAZANMA" amacıyla kurulmuş, bilgi birikimleri, insan kaynakları ve sermayeleri yetersiz pek çoğu da “naylon” olan kurumlardır.
Hiç kuşkusuz, bu şirketlerin çoğu, kurulan tezgahın farkındadır. Onlar da, bu pisliği MESLEKı SORUMLULUK SıGORTASI tezgahıyla üzerlerinden atmaya çalışmaktadırlar. Ama, sigorta şirketleri de salak değildir. Bakkalın çırağını değerlemeye gönderip, arkasından da sigortacının kapısını çalanlara, sigorta şirketleri sadece müstehcen bir el hareketi yaparlar. Özel yasa gereği; mesleki sorumluluk sigortası, işi bizzat yapan meslek mensupları için geçerlidir.
Vatandaşlara yutturulan, Türk değerleme sisteminin kirli bir tezgah olduğunu anlamak için; sahada işi bizzat yapan meslek mensuplarına mesleki sorumluluk sigortası yaptırma şartı konulmadığı halde, sermaye şirketlerine bunun zorunlu tutulmasının arkasında yatan mantığa bakmak yeterlidir.
Bu nedenle; değerleme mesleğinin YOZLAşMASINDA en önemli amillerinden birisi de; başkalarının sırtından kolay para kazanmak amacıyla kurulmuş lisanslı değerleme şirketleridir. Bu şirketler; Anayasal bir meslek örgütü olan TDUB yönetimini ahlak dışı yöntemlerle ele geçirmişler ve işlevsiz hale getirmişlerdir. ( Bknz: alt konu başlığı TDUB SEÇıMLERı) TDUB tüzel kişiliğini paravan olarak kullanarak, bu kirli tezgahın sürdürülmesi için hala çaba sarf etmektedirler. Kanunların, gerçek kişi meslek mensuplarına tanıdığı bir hak olan ASAGARı ÜCRET TARıFESıNı bile, sanki bu şirketler için verilmiş bir hakmış gibi, bankalarla yapılan sözleşmelerde baz olarak almaktadırlar. Fiilen bu mesleği icra etmek isteyen gerek kişi değerleme uzmanlarına da, sus payı olarak %50 ödemektedirler. Eğer, sorunu bu şekilde okumazsanız; bu namussuz ve ahlaksız soygun düzeni bir müddet daha devam eder. Ama, er ya da geç patlar…
Meşhur sözdür; SıSTEMDEN BESLENENLER, SıSTEMı DEğışTıREMEZLER!
Sonuç olarak; mesele 50 ya da 100 lira meselesi değildir. Türkiye’de , TAşINMAZ DEğERLEMESı adına kirli bir tezgah kurulmuştur. Bütün bu oyunların ve tezgahların farkına varalım. Biz, sahada çalışan değerleme uzmanları ZURNANIN SON DELığıYıZ. Hiç kimsenin umurunda değiliz. Medet ummayı düşündüğümüz herkes, kendi avantasının ve kendi koltuğunun derdindedir. Hiç kimseden himmet bekleyecek durumda da değiliz. Konfüçyus’un asırlar öncesi söylediği gib; KARANLIKTAN şıKAYET EDENLERıN KALKIP BıR MUM YAKMASI gerekir.
Bunun için yapılması gereken ilk eylem; TDUB üzerindeki HAKSIZ ışGALı KIRMAKTIR. şirket yöneticileri istedikleri kadar iyi niyetli olsunlar, bu ahlaksız sisteme göbeklerinden bağlıdırlar ve DıYET BORÇLARI vardır. Üstelik, gırtlarına kadar riske ve hukuksuzluğa batmışlardır. Bırakınız, sahada çalışan bizlerin haklarını savunmayı kendi haklarını bile savunmaktan aciz konuma düşmüşlerdir.
Ben de sizlere katılıyorum. SAFLARI SIKLAşTIRALIM!